[vc_row][vc_column][vc_column_text]

Peygamber Efendimiz sav

[/vc_column_text][vc_column_text]Resulullah’ın (s.a.v.) Şahsiyeti ve Karakteri

İlk olarak, peygamberliğini ilân etmeden evvel onun karakteri hakkında kavminin bir bütün olarak ne düşündüğüne dair elimizde delil mevcuttur. Bu devrede, kavmi arasında “Emin” ve Sadık” diye tanınmıştı (Hişam). Her devirde namussuzluk ve sahtekârlık ithamı altında kalmamış olan bir çok insan vardır. Keza, fazla mihnet ve keder yüzü görmeksizin veya kötülük işlemeğe dürten sebeplerin çekici tesirine maruz kalmaksızın, hayatın mûtad işlerinde dürüstlük ve namuskârlıkla hareket eden bir çok kimseler de vardır. Fakat, onlar bundan dolayı hususî bir şeref ve mümtaziyet kazanmazlar. Ancak hayatları yüksek bir ahlâkî mahiyet arzeden insanlardır ki, hususî bir şeref ve Mümtaziyet kazanırlar. Harbe giden her asker hayatını tehlikeye koymuş demektir; fakat her İngiliz askerine Viktorya Haçı nişanı veya her Alman askerine Demir Haç nişanı verilmez. Fransa’da entellektüel işlerle meşgul olan yüzbinlerce insan vardır; fakat onların hepsine Lejiyon Donör nişanı verilmez. Bundan dolayı, bir insanın sadece dürüst ve emniyetli olması onun bu vasıflara yüksek derecede haiz olduğunu göstermez. Fakat bütün bir kavim, bütün bir millet “Sadık” ve “Emin” unvanlarını topluca bir şahsa tevcih ederse, bu durum o şahısta müstesna vasıflar bulunduğuna delâlet eder. Hatta böyle bir şeref ve mümtaziyeti her nesilde bir şahsa tevcih etmek Mekkeliler arasında adet hükmüne girmiş bile olsaydı, bu tevcihe mazhar olana yine de şanı ve mevkii yüksek bir şahıs gözüyle bakılması gerekirdi. Fakat, ne Mekke tarihinde ne Arabistan tarihinde, bu gibi ünvanların her nesilde mümtaz şahsiyetlere tevcih edilmesinin mûtad olduğuna dair bir kayıt mevcut değildir. Bilâkis, bir çok asırları içine alan Arap tarihinin incelenmesinden anlaşılacağı üzere, Araplar “Emin” ve “Sadık” unvanlarını yalnız Hz. Resulüllah (S.A.V.) hakkında kullanmışlardır. Hz. Resulüllah (S.A.V.) ın bu vasıflara yüksek derecede haiz olduğu ve kavminin gözünde kimsenin bu bakımdan ona eşit tutulmadığı böylece anlaşılmış oluyor. Araplar keskin zekâları ile bilinir ve onların nâdir saydığı bir şey her halde nâdir ve müstesna bir şey olmalı idi.Allah, Hz. Resulüllah (S.A.V.)’ı İlâhî elçilik mesuliyetini ve külfetini yüklenmeğe çağırdığı vakit, zevcesi Hz. Hatice Anamız (R.A.) onun yüksek ahlâkî vasıflara sahip olduğuna şehadet etmişti. Şimdi, Resulüllah’ın karakterinin herkesçe iyi bilinmeyen yönleri de kavransın diye, onun muttasif bulunduğu yüksek ahlâkî vasıflardan bazısının izahına geçiyoruz.

Resulullah’ın (s.a.v.) Sade Yaşayışı

Hz. Resulüllah (S.A.V.)’ın yemesi ve içmesi son derece sade idi. İyi  pişirilmemiş veya iyi hazırlanmamış yemeklerden şikayet etmezdi. Böyle  yemekleri hazırlayan şahıs hayal kırıklığına uğramasın diye, mümkün  olduğu kadar yerdi. Ancak bir yemek yenilemeyecek gibi ise onu yemekten  kaçınırdı; fakat beğenmediğini asla söylemezdi. Sofraya oturunca önüne  konan yemekle ilgilenirdi, ve yemek yiyen şahsın sanki yiyecek ve içecek  gibi meselelerle ilgilenmeğe tenezzül etmiyormuş gibi bir tavır  takınmasından hoşlanmadığını söylerdi. Kendisine yenecek bir şey hediye  edildiğinde onu hazır bulunanlarla daima paylaşırdı. Bir defa kendisine  hurma hediye edilmişti. Etrafına bakındı ve hazır bulunanların sayısını  tahmin ettikten sonra hurmaları hazır bulunanlara eşit şekilde taksim  edip yedişer hurma verdi. Hz. Ebu Hureyre (R.A.)’nin rivayetine göre,  Peygamber Efendimiz (S.A.V.) arpa ekmeği dahil, hiç bir şeyi tıkabasa  doyuncaya kadar yemezdi (Buhari).

Bir gün sokaktan geçerken, kızarmış bir oğlak etrafında toplanıp onu  yemeğe hazırlanan bir kaç kişi gözüne ilişti. Bunlar Hz. Resulüllah (S.A.V.)’ı görünce onu da ziyafete davet ettiler. Fakat, Resulüllah (S.A.V.) daveti  kabul etmedi. Bu davranışı kızarmış eti sevmemesinden değil, fakat açıkta  yeterli yiyeceği olmayan fakirlerin gözü önünde ziyafete oturmayı tasvip  etmemesinden ötürü idi. Başka zamanlarda kızarmış et yediğine dair  rivayetler vardır. Hazreti Ayşe (R.A.)’nin rivayetine göre, Hz. Resulüllah  (S.A.V.)’ın bütün ömrü boyunca, üstüste üç gün, sofrada doyacak kadar  yediği hiç bir zaman görülmemiştir.

İnsanın, davet edilmeden, başka bir evde yemek yemeğe gitmemesine  çok önem verirdi. Sahabelerden biri bir gün kendisini yemeğe çağırmış  ve beraberinde dört kişi daha getirmesini rica etmiş. Davet edildiği eve  vardığında, başka bir şahsın daha yanındakilere katılmış olduğunu  farketmiş. Ev sahibi, kendisini ve beraberindeki dört kişiyi karşılamak üzere  kapıya gelince, Hz. Resulüllah (S.A.V.) kendisiyle beraber yanındakilerin  şimdi altıya yükseldiğini ve altıncı şahsı da yemeğe çağırmanın ev sahibi  tarafından kararlaştırılması gerektiğini söylemiş. Bunun üzerine, ev sahibi  altıncı şahsı da memnuniyetle yemeğe alıkoymuş. (Buhari, Kitab el-At`ime)

Hz. Resulüllah (S.A.V.) her ne zaman sofraya otursa, daima Allah  (C.C.)’ın adını ve nimetlerini anarak yemeğe başlar ve yemek bitince şu  sözlerle şükrederdi: “Her türlü hamd-ü sena rızkımızı veren Allah’a (C.C.) mahsustur: Çok, samimî, ve daima artan hamd-ü sena: İnsanın zihninde  yeteri kadar şükredildiği intibaını bırakmayan, bilâkis yeteri derecede  şükredilmediği hissini uyandıran, ardı arası kesilmeyen, ve Allah (C,C.)’ın işinin şükre lâyık olduğu düşüncesini yaratan bir hamd-ü sena. Ya İlâhi!  Kalplerimizi bu hislerle doldur.” Bazen de şükrünü şu sözlerle eda ederdi:  “Her türlü hamd-ü sena açlığımızı ve susuzluğumuzu gideren Allah (C.C.)’a mahsustur. Dilerim ki, kalplerimiz daima ona şükretmek arzusunu duysun  ve hiç bir zaman ona karşı nankörlük etmesin!” Hz. Peygamber Efendimiz  (S.A.V.) karınları doymadan evvel sofradan kalkmalarını sahabelerine  daima tavsiye eder ve bir doyumluk insan yiyeceğinin her zaman iki kişiye  yetmesi gerektiğini söylerdi. Evinde her ne zaman hususî bir yemek pişirilse,  bir kısmının komşulara hediye edilmesini isterdi; ve onun evinden  komşuların evlerine her zaman hediye olarak yemek ve sair şeyler  gönderilirdi (Muslim ve Buhari, Kitab el-Adâb).

Hz. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) yanında bulunanların yüzlerine  bakarak, içlerinden her hangi birinin acıkmış olup olmadığını anlamağa  çalışırdı. Hz. Ebu Hureyre (R.A.), kendi şahsı ile ilgili olan şu hadiseyi  nakletmiştir: Bir aralık, Hz. Ebu Hureyre (R.A.) üç günden fazla bir zaman  yiyeceksiz kalmıştı. Mescidin kapısı önünde oturmuş, yanından gecen Hz.  Ebu Bekir’e (R.A.) bakıyordu. Fakirlere yemek verilmesini emreden bir  Kur’an-ı Kerim ayetinin manasını Hz. Ebu Bekir (R.A.)’den sordu. Hz.  Ebu Bekir (R.A.) bunun manasını açıkladı ve yoluna devam etti. Hz. Ebu  Hureyre (R.A.) bu hadiseyi naklederken, Kur’an-ı Kerim’in manasını  kendisinin de Hz. Ebu Bekir (R.A.) kadar anladığını canı sıkılarak söylendi.  Aç olduğunu Hz. Ebu Bekir (R.A.) belki tahmin eder de, kendisine yiyecek  temin eder diye ondan ayetin manasının açıklanmasını istemişti. Biraz sonra  Hz. Ömer (R.A.) o civardan geçiyordu, ve Hz. Ebu Hureyre (R.A.) ona  da aynı ayetin manasını sordu. Hz. Ömer (R.A.) de ayetin manasını açıkladı ve yolunâ devam etti. Hz. Ebu Hureyre (R.A.), bütün diğer sahabeler gibi, bir şeyi doğrudan doğruya istemekten hoşlanmazdı; ve durumuna dikkati çekmek için dolambaçlı yoldan yaptığı teşebbüslerin sonuçsuz kalması üzerine açlıktan baygınlık geçirmeğe başladı. O anda isminin yumuşak ve tatlı bir sesle çağırıldığını işitti. Sesin geldiği tarafa bakınca, evinin penceresinden mütebessim bir çehre ile Hz. Resulüllah’ın kendisine bakmakta olduğunu gördü. Hz. Resulüllah (S.A.V.) Hz. Ebu Hureyre’ye (R.A “aç mısın?” diye sordu. Hz. Ebu Hureyre (R.A.) “Doğrusu açım, ya Resul Allah!” cevabını verdi. Hz. Resulüllah (S.A.V.) bunun üzerine “Bizim evde de yiyecek yok. Fakat, biraz evvel birisi bir kâse süt gönderdi. Mescide bir uğra bakalım orada senin gibi aç olanlar var mı” dedi. Hz. Ebu Hureyre (R.A.) hikâyesine şu sözlerle devam ediyor: “Ben kâsedeki bütün sütü içecek kadar açtım. Halbuki Peygamber benim durumumda olan başka kimseleri de çağırmamı istiyor. Bu, bana pek az süt kalacak demektir, diye düşündüm. Fakat Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) emrini yerine getirmeğe mecburdum. Binaen aleyh mescide gittim; orada oturup bekleyen altı kişi buldum, ve onları alarak Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) evinin kapısına getirdim. Hz. Resulüllah (S.A.V.) süt kasesini bir tanesinin eline verdi ve içmesini söyledi. Bu adam içmeği bitirip kâseyi ağzından çekince Hz. Resulüllah (S.A.V.) onun kanıncaya kadar içmesi için ısrar etti; ve altı kişiden hepsinin doya doya içmelerini aynı şekilde ısrarla istedi. Onlardan her birine içmesini söyledikçe, bana pek az süt kalacağından korkmağa başladım. Altı kişinin hepsi içtikten sonra, Resulüllah (S.A.V.) kâseyi bana uzattı. Gördüm ki kâsede hâlâ bir hayli süt vardı. Hı. Resulüllah (S.A.V.) benim de kanıncaya kadar içmemi ısrarla istedi ve bana da iki üç defa içirtti. En sonunda, kâsede kalanı kendisi içti, Allah’a (C.C.) şükretti, ve kapıyı kapadı (Buhari, Kitab el-Rikak). Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) Ebu Hureyre’ye (R.A.) en son vermekten maksadı, belki de, Allah’a (C.C.) güvenerek açlık ıstırabına dayanmağa devam etmesi ve dolambaçlı yoldan bile durumuna dikkati çekmemesi gerektiğini ona anlatmaktı.

Allah’ın Habibi (S.A.V.) daima sağ eli ile yer ve içerdi. Suyu, nefes almak için, daima üç yudumda içmek adeti idi. Bu, belki de, susamış bir insan suyu bir yudumda içerse fazla yutar ve böylece midesini bozabilir, fikrinden ileri geliyordu. Sofrada riayet ettiği kural, temiz ve şer’an caiz olan her şeyi oburluk yapmadan ve başkalarının payına göz dikmeden yemekti. Daha önce belirtildiği gibi, Resulüllah (S.A.V.) normal olarak pek sade yemek yerdi. Fakat, birisi ona hususî surette hazırlanmış bir yiyecek sunarsa reddetmezdi. Güzel yemeklere düşkün olmamakla beraber, balı ve hurmayı severdi. Bir Müslüman ile; yaprakları, kabuğu, ham veya olgun meyvası, hatta meyvesinin çekirdeği, ve hasılı her şeyi, şu veya bu şekilde faydalı olan hurma ağacı arasında özel bir ilişki bulunduğunu  söylerdi. Aynı şey bir Müslüman hakkında da geçerli idi. Bir Müslüman’ın  hiç bir hareketi faydasız değildi; onun yaptığı her şey insanlığın hayrına  idi (Buhari ve Muslim).

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) giyinişte sadeliği tercih ederdi. Elbisesi  genellikle bir gömlek ve bir izardan[1] veya bir gömlek ve bir şalvardan  ibaretti. İzarı veya şalvarı, topukların biraz yukarısına kadar bütün  vücudunu örtecek şekilde giyerdi. Diz kapağının ve diz kapağından daha  yukarıdaki beden kısımlarının, mecburiyet olmadıkça, gösterilmesini tasvip  etmezdi. Üzerinde işlenmiş veya basılmış resimler, bilhassa tanrıları veya  tanrıçaları veya sair kutsalları andıran büyük resimler bulunan kumaşların  elbise veya perde olarak kullanılmasını da doğru bulmazdı. Bir gün, kendi  evinde, üzeri büyük resimlerle donanmış bir perde asılı olduğunu görmüş  ve kaldırılmasını emretmişti. Bununla beraber, bir kumaşın üzerinde tanrı, tanrıça  veya sair kutsalları akla getirmeyen küçük şekiller ve resimler varsa,  bunların kullanılmasında bir beis görmezdi. Kendisi katiyen ipekli kumaş  giymez ve Müslüman erkeklerin ipekli kumaş giymesini caiz görmezdi Bazı  hükümdarları İslâmiyet’e davet etmek için yazacağı mektuplara mühür  basmak gerekiyordu. Fakat, altın ziynet eşyası taşımanın erkeklere yasak  olduğunu söylemiş ve mühür yüzüğünün altından değil gümüşten  yapılmasını emretmişti (Buhari ve Muslim). İslâm kadınları için altın ve  gümüş ziynet eşyası taşımak caiz olmakla beraber, Muhammed Resulüllah  (S.A.V.) onların bu hususta ifrata kaçmamalarını emretmişti. Bir gün,  Müslümanları fukaraya yardımda bulunmaya çağırdı. Bir bayan kolundaki  altın bileziklerden birini çıkardı, ve fakirler için yardım olarak Hz. Resulüllah’ın  (S.A.V.) önüne koydu. Hz. Resulüllah (S.A.V.) ona hitaben: “Öteki eliniz  de cehennem ateşinden korunmağa lâyık değil mi?” dedi. Bunun üzerine,  bu bayan öteki kolundaki bileziği de çıkarıp, aynı maksat için, Resulüllah’a takdim etti. Hz. Resulüllah’ın zevcelerinden  hiç birinde yüksek değerli ziynet eşyası yoktu ve diğer İslâm kadınları  arasında da ziynet eşyasına sahip olanlar nadirdi. Kur’anî talim ve telkinlere  riayeten, para veya kıymetli maden istifçiliğini çirkin görürdü. Çünkü  istifçilik fakir toplulukların menfaatine aykırıdır, camia ekonomisinin altüst  olmasına yol açar, ve bundan olayı günahtır, kanaatinde idi. Bir  münasebetle Hz. Ömer (R.A.) Hz. Resulüllah’a (S.A.V.) büyük  hükümdarların elçilerini kabul ederken giymek üzere mükellef bir aba yaptırmasını teklif etmiş; ve Resulüllah (S.A.V.) “Benim böyle adetler  edinmem Allah’ı (C.C.) hoşnut etmez. Herkesi alışılmış kıyafetimle kabul  edeceğim” diyerek bu teklifi olumlu bulmamıştı. Bir defa Hz. Resulüllah  (S.A.V.) kendisine hediye edilen ipek elbiselerden bir tanesini Hz. Ömer’e  (R.A.) göndermişti. Hz. Ömer (R.A.) bunun üzerine “Sen ipek elbise  giymeyi tasvip etmezken, ben onu nasıl giyebilirim?” dedi. Hz. Resulüllah  (S.A.V.) de “Her hediye behemahal şahsî kullanım için verilmez” diye  mukabelede bulundu. Bu sözü ile Hz. Ömer’e (R.A.) “Sana hediye ettiğim  elbise ipektendir; bundan dolayı şahsen kullanmayacağını biliyorum. Ama,  onu eşine ve kızına hediye edebilirsin veya başka bir maksat için  kullanabilirsin” demek istemişti (Buhari, Kitab el-Libas).Hz. Muhammed Resulüllah’ın (S.A.V.) yatağı da çok sade idi. Her  zaman yerde yatardı; kerevet veya sedir üzerinde yatmazdı. Yatağı da bir  parça deri veya bir parça deve tüyü kumaşı idi. Hz. Ayşe (R.A.) şunu  nakletmiştir: `yatağımız o kadar küçüktü ki Hz. Resulüllah (S.A.V.)  geceleyin ibadet için kalktığında, ben yatağın bir yanına yatar ve o kıyamda  iken bacaklarımı uzatırdım. Secdeye vardığında da bacaklarımı geri  çekerdim.” (Muslim, Tirmizi, ve Buhari, Kitab el-At’ime)İkametgâhı ile ilgili hususlarda da aynı sadeliğe riayet ederdi. Evi  genellikle bir oda ve bir küçük avludan ibaretti. Odanın ortasında  gerilmiş bir ip vardı. Ziyaretçiler geldiğinde, ipe bir kumaş parçası asılabilir,  ve böylece odanın bir kısmı kabul ve mülâkat yeri haline getirilip işgal ettiği  kısımdan ayrılabilirdi. Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.) hayatı o kadar sade idi  ki, Hz. Ayşe’nin (R.A.) anlattığına göre, Hz. Resulüllah’ın (S.A.V.)  sağlığında çok defa hurma ve su ile gün geçirirlerdi, ve Resulüllah (S.A.V.)  vefat ettiği gün evde bir kaç hurma tanesinden başka yiyecek yoktu (Buhari).

 

[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]